Çocukluğundan beri gastronomi ve turizm içinde olan Gürkan Boztepe, Türk mutfağını dünyada hak ettiği yere taşımayı kendisine misyon edinmiş bir isim. Gastronomi Turizmi Derneği’nin başkanlığını yürüten Boztepe, Türk mutfağına olan ilginin uluslararası arenada artığını söylerken, mutfağın değerlerini doğru strateji ile tanıtım söz konusu olduğunda Türk gastronomisinin yön veren bir güç olacağını söylüyor.
Ekonometriden sonra gastronomi ve turizm nasıl hayatınıza girdi?
Aslında gastronomi ve turizm sonradan hayatıma giren alanlar değil; çocukluğumdan beri içindeydim diyebilirim. 8-14 yaşlarım arasında armatör Aristotle Onassis aşçısından öğrendiklerimle birlikte deniz, misafir ağırlama, lezzet ve paylaşım kültürü hayatımın bir parçası haline gelmişti zaten. Ayrıca babamın Nakliyeciler Derneği Başkanı olması sayesinde sektörle küçük yaşta tanıştım.
Ekonometrinin bana kattığı analitik bakış açısını, gastronomi ve turizmin insani ve duygusal yönüyle birleştirdim. Yani aslında bu iki alan benim için birbirini tamamlayan bir uluslararası deneyim oldu.
“BİZİM AMACIMIZ SADECE YEMEK TANITMAK DEĞİL…”
Gastronomi Turizmi Derneği nedir?
GTD, yani Türkiye Gastronomi Turizmi Derneği, aslında Türk mutfağının dünyada hak ettiği yere gelmesi için kurulmuş bir gönül hareketi diyebilirim. Bizim amacımız sadece yemek tanıtmak değil; bu toprakların lezzetlerini, üreticilerini ve kültürünü hem Türkiye’de hem de dünyada en iyi şekilde temsil etmek.
Derneğimizin içinde, gastronomi ve turizmin her alanından insanlar var: seyahat acenteleri, marka ve mekân sahipleri, tedarikçiler, bloggerlar, köşe yazarları... Hepsi kendi alanında uzman, ama en önemlisi hepsi aynı tutkuyu paylaşıyor: Türkiye’nin lezzetlerini dünyaya duyurmak.
GTD’yi özel kılan şey ise, uluslararası seyahat ve gastronomi turizmi endüstrisindeki hemen her sektörü aynı çatı altında toplamış olması. Adeta Nuh’un Gemisi gibi, bu büyük yapının içinde her alandan temsilciler, markalar ve değerler bir araya geliyor. Bu yönüyle dünyada eşi benzeri yok. Biz birlikte büyüyen, birlikte üreten ve birlikte tanıtan bir aileyiz aslında.
“12 BİN YILLIK TÜRKİYE GASTRONOMİ TURİZMİ ARTIK AÇIK ARA ÖNDE”
Gastronomi turizminde Türkiye’nin bugünkü konumunu nasıl görüyorsunuz?
12 bin yıllık Türkiye gastronomi turizmi artık açık ara önde. Çünkü biz sadece yemek yapan bir ülke değiliz; binlerce yıllık bir medeniyetin mutfak kültürünü taşıyoruz. Her bölgemizin kendine has lezzeti, hikâyesi ve üretim biçimi var. Bu çeşitlilik dünyanın hiçbir yerinde yok.
Bugün Türkiye’ye gelen bir turist, sadece tarihi ya da doğayı değil, aynı zamanda inanılmaz bir lezzet yolculuğunu da deneyimliyor. Gaziantep’ten Ege’ye, Karadeniz’den Trakya’ya kadar her lokmanın bir geçmişi, bir kültürel değeri var. Bu da Türkiye’yi gastronomi turizminde rakiplerinden ayırıyor.
Son yıllarda uluslararası arenada Türk mutfağına olan ilgi de hızla artıyor. Şeflerimiz, üreticilerimiz, yerel markalarımız artık dünya sahnesinde kendini güçlü bir şekilde gösteriyor. Bizim görevimiz, bu potansiyeli sürdürülebilir hale getirmek ve Türk mutfağını hak ettiği şekilde konumlandırmak.
Uluslararası çerçevede bunun geliştirilmesi için ne yapılabilir? Bir İspanya olsun, bir Fransa olsun bu ülkelere nasıl yetişebiliriz?
Açıkçası, kültürel derinlik anlamında bizim onlara yetişmemiz gerekmiyor çünkü birçok açıdan biz zaten öndeyiz. Türkiye’nin gastronomi potansiyeli, kültürel derinliği ve ürün çeşitliliği İspanya ya da Fransa gibi ülkelerden çok daha zengin. Bizde sadece yemek değil, bir yaşam kültürü var. Her lokmanın içinde tarih, coğrafya, duygu ve hikâye var.
Elbette onların yıllardır oturmuş bir tanıtım stratejisi, güçlü bir marka algısı var. Bizim yapmamız gereken şey, elimizdeki bu büyük zenginliği aynı profesyonellik ve sürdürülebilirlikle dünyaya anlatmak. Yani fark yaratacak nokta, iletişim ve sunum biçiminde.
Bugün baktığınızda, İspanya, Fransa kendini tanıttı. Bizim ise binlerce özgün ürünümüz, yöresel tarifimiz, kadim üreticilerimiz var. Bu değerleri doğru bir stratejiyle dünyaya tanıtırsak, Türk gastronomisi sadece yakalayan değil, yön veren bir güç olur ki bence zaten o yolda hızla ilerliyoruz.
Türk mutfağı bu kadar zenginken biz neden anlatamıyoruz? Bu yolda nasıl bir strateji izlenmeli?
Aslında biz anlatamıyor değiliz; Gastronomi Turizmi Derneği olarak biz, ülkemizin gastronomi potansiyelini hem yurt içinde hem yurt dışında doğru bir dille tanıtmak için ciddi bir mücadele veriyoruz.
Bizim derneğimizin en büyük farkı, sadece gastronomiden değil, turizmden, üretimden ve ticaretten gelen profesyonelleri bir araya getirmesi. Hepimizin ortak noktası, Türkiye’nin lezzetlerini dünyaya tanıtmak. Bu doğrultuda, Ticaret Bakanlığımız ile entegre bir şekilde çalışıyoruz.
Geçtiğimiz hafta Afrika’da ticaret ateşeliğimiz ile mal ve hizmet ihracatımıza yönelik bir iş birliği sözleşmesi imzaladık. Bu, sadece bir başlangıç. Çünkü hedefimiz her zaman daha iyisi, daha geniş bir etki alanı.
Biz inanıyoruz ki, Türk mutfağı doğru stratejiyle dünyaya anlatıldığında sadece bir “mutfak” olarak değil, bir kültür markası olarak konumlanacak. Biz bunun için gece gündüz çalışıyoruz çünkü bu ülkenin potansiyeli buna fazlasıyla değer.
“BİZİM ZATEN KENDİ GÜÇLÜ GASTRONOMİ KÜLTÜRÜMÜZ VE ÇOK KÖKLÜ BİR MUTFAK MİRASIMIZ VAR”
Yerel üreticiler gastronomi turizminin neresinde?
Yerel üreticiler aslında bu ülkenin yapıtaşı. Türkiye’nin gastronomik zenginliği, tam da onların emeği, bilgeliği ve üretim kültürüyle ayakta duruyor. Bizim için yerel üretici sadece bir tedarikçi değil; bir geleneğin, bir coğrafyanın, hatta bir hikâyenin temsilcisi.
Bu bakış açısıyla GT Anadolu projemizi hayata geçirdik. Özellikle Anadolu kadınının emeğini görünür kılmak, yerel üreticileri küresel pazarlara açmak istedik. Bu kapsamda GT Anadolu adında bir marka kurduk ve yerli-yabancı e-ticaret firmalarıyla protokoller imzaladık.
Amacımız; Anadolu’nun eşsiz ürünlerinin sadece Türkiye’de değil, dünyanın dört bir yanında raflarda yer alması. Bu ürünler artık e-ticaret yoluyla hem yurt içinde hem yurt dışında satılıyor.
Biz inanıyoruz ki, yerel üretici güçlendikçe hem gastronomi turizmi gelişir hem de ülke ekonomisi büyür. Çünkü bu toprakların bereketi, en saf haliyle onların elinde.
Türkiye’de uluslararası çapta gastronomi rehberleri mevcut. Bu rehberlerin etkilerini nasıl coğrafyada görüyorsunuz? Tüketici ve üretici davranışlarında gözlemleriniz nedir?
MICHELIN gibi uluslararası rehberler elbette ülkemize dışarıdan bir kalite getiriyor. Bu sistemler hem restoranların hem şeflerin kendini geliştirmesi, standartlarını yükseltmesi açısından çok değerli. Her sistem, eğer doğru uygulanır ve desteklenirse, sektördeki kaliteyi artırır.
Ancak şunu da unutmamak lazım; bizim zaten kendi güçlü gastronomi kültürümüz ve çok köklü bir mutfak mirasımız var. Yani biz bu sistemlerle var olmadık, ama bu tür rehberler bizi dünyaya anlatma noktasında önemli bir itici güç sağlıyor.
Sonuç olarak ister uluslararası olsun ister yerel, bu tip sistemlerin hepsi gastronomi ekosistemine pozitif enerji katıyor. Bizim işimiz de bu motivasyonu sürdürülebilir hale getirmek çünkü Türkiye gastronomide zaten potansiyel olarak dünyanın en güçlü ülkelerinden biri.
Urla son zamanların yükselen yeni gastronomi duraklarından biri, zaten Gaziantep’in değeri tartışılmaz. Sizin görüşleriniz bu noktada nedir?
Urla gerçekten son dönemde çok güzel bir ivme yakaladı. San Sebastian’a rakip olmaya çalışıyor. Bölgedeki işletmelerin vizyonu, gastronomiye olan ilgisi ve üretim bilinci çok değerli. Ancak gastronomik destinasyon olabilmek sadece iyi restoranlarla olmuyor; çevresel planlama, altyapı, ulaşım ve konaklama da bu bütünün önemli parçaları. Urla alt yapı anlamında iyi gidiyor ama hâlâ biraz zamana ihtiyacı var.
Bir diğer önemli konu da bölgede çalışan insan kaynağının kalitesi ve fiyat politikası. Eğer sürdürülebilir bir denge kurulmazsa, yüksek fiyat algısı bölgeye zarar verebilir. Gastronomi turizmi, farklı hedef kitlelerin ulaşabileceği bir deneyim haline gelmeli.
Urla’nın geleceği ise bence çok parlak. Vizyoner yerel yöneticilerle, Türkiye’nin en güçlü gastronomi merkezlerinden biri haline gelecektir. Biz GTD olarak bu tür bölgesel kalkınmaları her zaman destekliyoruz; çünkü Urla gibi destinasyonlar, ülkenin gastronomi haritasını daha da zenginleştiriyor.
Yurt içinde belki mekân söylemek istemezsiniz ama yurt dışında favori gastronomi duraklarınızı paylaşır mısınız?
Aslında gastronomi turisti sadece şehir gezmez; o, bir kültürün izini takip eder. Her ülkenin kendine göre güçlü gastronomi durakları, karakteristik lezzetleri ve özgün üreticileri vardır. Her lezzet üreticisi de kendi içinde markalaşmak ister bu da gastronomi turizmini çok dinamik bir hale getirir.
Ülke bazında baktığımda Fransa, İtalya, Hong Kong ve Portekiz gastronomi anlamında hâlâ dünyanın güçlü destinasyonları arasında. Geleneklerine sahip çıkarken modern dokunuşlarla fark yaratmayı çok iyi başarıyorlar.
Şehir olarak ise Los Angeles, Las Vegas, Hong Kong, New York ve Sicilya benim için her zaman ilham verici oldu. Hepsi farklı bir kültürü temsil ediyor ama ortak noktaları, gastronomiyi bir yaşam biçimi haline getirmiş olmaları. Gittiğinizde sadece yemek yemiyorsunuz; o şehirlerin ruhunu, kültürel anlayışını ve hikayesini de tadıyorsunuz.
“TÜRKİYE’Yİ SADECE BİR “LEZZET ÜLKESİ” DEĞİL…”
2026 yılında hem Türkiye hem de dünya kapsamında gastronomi trendlerini nasıl görüyorsunuz?
2026 yılına doğru giderken, gastronomide çok net bir dönüşüm sürecindeyiz. Artık sadece “yemek yemek” değil, bilinçli tüketim, sürdürülebilirlik ve yerel değerlerin yeniden keşfi ön plana çıkıyor. Dünyada insanlar artık tabağında ne olduğunu değil, o lezzetin nereden geldiğini, kimin ürettiğini ve nasıl bir hikâyeye sahip olduğunu merak ediyor.
Bu anlamda Türkiye çok şanslı bir ülke. Çünkü bizde zaten “yerellik” ve “doğallık” kültürün içinde var. 2026’da Türk gastronomisinin yıldızının daha da parlayacağını düşünüyorum. Anadolu’nun ürünleri, coğrafi işaretli değerlerimiz ve geleneksel tariflerimiz dünya sahnesinde daha fazla yer bulacak.
Dünya genelinde de bitki bazlı ürünler, sürdürülebilir üretim modelleri, karbon ayak izi düşük menüler gibi çevreci yaklaşımlar öne çıkacak. Ama aynı zamanda, insanlar yeniden “gerçek tatlara” dönüyor. Yani doğallık, sadelik ve kimlikli mutfaklar yükselişte olacak.
Biz GTD olarak bu dönüşümü yakından izliyoruz ve Türkiye’yi sadece bir “lezzet ülkesi” değil, aynı zamanda gastronomi trendlerini yönlendiren bir merkez haline getirmek için çalışıyoruz. 2026 bu anlamda hem ülkemiz hem de dünya için gastronomide yeni bir çağın başlangıcı olacak.
“MUTFAĞIN BÜYÜSÜNÜ, O EMEĞİ VE USTALIĞI HER ZAMAN BÜYÜK BİR SAYGIYLA İZLERİM”
Kişisel birkaç soru da sormak isteriz: sizin favori yemeğiniz nedir?
Açıkçası, benim için tek bir favori yemek yok. Çünkü Türk mutfağında her yemeğin bir hikayesi, bir duygusu var. Ben yemeğin sadece lezzetine değil, arkasındaki emeğe ve kültüre de çok önem veriyorum.
Tabii turistlerin de ilgisini çeken, bizim mutfak kültürümüzü çok güzel yansıtan yemeklerimiz var: menemen, düğünlerde verilen keşkek, pide ve kebap çeşitleri bunların başında geliyor. Her biri ülkemizin ruhunu taşıyor.
Ama Türkiye’nin bazı az bilinen, bence çok özel lezzetleri de var. Mesela Yüsük Çorbası, Anadolu’nun samimiyetini anlatan müthiş bir yemek. Yine Bergama Çığırtması, Ege’nin sadeliğini ve doğallığını yansıtıyor. Benim için bu tür yemekler sadece lezzet değil, birer kültürel miras.
Gastronomi turizminin gastronomi tarafından soralım. Siz mutfağa girer misiniz?
Açıkçası ben mutfağa çok fazla giren biri değilim. Çünkü ben “yapıcı” değil, daha çok “satıcıyım.” Yani ben lezzet üretmekten çok, o lezzetleri dünyaya anlatmayı, doğru şekilde konumlandırmayı seviyorum.
Mutfağın büyüsünü, o emeği ve ustalığı her zaman büyük bir saygıyla izlerim. Ama benim rolüm daha çok o emeği görünür kılmak, üreticiden şefe, şeften turiste kadar tüm süreci doğru bir zincirle buluşturmak.
Bir anlamda ben gastronominin iletişim tarafındayım diyebilirim, yemeği yapan ellerin hikayesini dünyaya taşıyan tarafta.