Geçtiğimiz haftalarda bu köşede, Türkiye’deki konut piyasasının içinde bulunduğu yapısal krizi ve artık sürdürülemez hale gelen paradigma tükenişini irdelemiştik. Analizlerimiz, piyasanın iki temel damarının da tıkandığını ortaya koymuştu: Bir yanda kronik vade uyumsuzluğu ile felç olan konvansiyonel kredi mekanizması, diğer yanda bireyi muhtaçlık tuzağına hapseden paternalist devletçilik anlayışı, sistemi adeta kilitlemiştir.
*Görsel yazının içeriğine göre yapay zeka tarafından oluşturulmuştur
Bu tarihsel sıkışma, kamusal aktörleri kaçınılmaz biçimde yeni bir yöntem arayışına itmektedir. Nitekim Emlak Konut’un “faizsiz” vurgusuyla sunduğu yeni kampanya, tam da bu arayışın somut bir tezahürü olup, faize dayalı modelin çözüm üretemediğinin zımni itirafıdır. Ancak bu yönelim, liberal bir perspektiften okunduğunda, devletin ekonomideki rolüne dair hayati ve rasyonel bir ayrımı zorunlu kılmaktadır.
TOKİ REKABETİ BOZUYOR MU? DEVLETİN "USSAL OLMAYAN" MÜDAHALESİ
Liberal düşünce geleneği, devlet müdahalesini toptan reddetmez; müdahaleyi “ussal” ve “ussal olmayan” olmak üzere iki kategoride ele alır. Ussal olmayan müdahale; piyasanın halihazırda müteahhit/geliştirici gibi binlerce aktörle etkin çalıştığı bir alana, yani konut üretimine TOKİ gibi devasa bir kamu aygıtıyla girerek rekabeti bozmasıdır. Bu, Herbert Spencer’ın “Devlete Karşı İnsan” adlı eserinde isabetle eleştirdiği üzere, piyasanın doğal evrimsel süreçlerini sekteye uğratan, bireysel girişimi ve özgürlüğü kısıtlayıcı bir eylemdir. Devletin burada bir piyasa oyuncusu gibi davranması, kaynak dağılımında etkinliği bozar.
LONDRA HEGEMONYASINA MEYDAN OKUMA: İSTANBUL FİNANS MERKEZİ'NİN EKSİK PARÇASI
Buna mukabil ussal müdahale ise; piyasanın kendi başına yaratamayacağı stratejik bir altyapıyı veya kurumsal çerçeveyi kurarak sürece öncülük etmesidir. Adam Smith’in dahi kabul ettiği bu pragmatik rol, devletin “oyunun kendisini oynaması” değil, “oyun sahasını” yani gerekli hukuki, finansal ve güvene dayalı altyapıyı inşa etmesidir. İşte tam bu noktada, Türkiye’nin önünde stratejik bir fırsat penceresi durmaktadır: Devlet, TOKİ eliyle ussal olmayan bir şekilde konut üretmek yerine, tüm enerjisini ussal bir hamleyle Katılım Finansı altyapısını kurmaya harcayabilir. Buradaki temel gaye, salt alternatif bir finansman modeli geliştirmekten öte; İstanbul Finans Merkezi’ni (İFM) odağa alarak, küresel İslami finans sisteminin paradoksal biçimde İngiliz merkezli, Londra hegemonyasına meydan okumaktır. Hedef, Türkiye'nin reel sektör gücünü, Türk-İslam coğrafyasının finansal çekim merkezine dönüştürmektir. Tartışmayı “katılım payı ile faiz oranı benzerliği” sığlığına hapsetmek, kör bir muhalefetten öteye geçmez. Asıl mesele, faiz endişeleri veya birikim kısıtları nedeniyle mevcut sisteme dahil olamayan milyonlarca yurttaşı ve devasa yastık altı varlıkları ekonomik sisteme entegre edebilmektir.
Bu pencerenin en kritik kanadı, yapısal olarak varlığa dayalı olan Katılım Bankacılığı modelidir. Bu model, faiz üzerinden soyut bir para satışı yapmaz; bunun yerine, Murabaha yani maliyet artı kar yöntemiyle bizatihi varlığın kendisini -konu özelinde konutu- satın alır ve vadeli olarak satar. Bu temel fark, sistemi spekülatif finansallaşmadan ayırır ve reel ekonomiyle doğrudan bir bağ kurar. Ancak veriler, bu stratejik fırsatın henüz değerlendirilemediğini göstermektedir. Sektörün 2025 vizyonunda hedeflenen yüzde 15 pazar payının çok gerisinde kalarak yüzde 8,1 bandında sıkışması, stratejik hedef boşluğunun somut kanıtıdır. 43 trilyon liralık bankacılık sektöründe, 9.000 şubeye karşı 1.500 şube ile rekabet etmeye çalışmak fiziksel olarak imkansızken, zaten asıl sorun şube sayısı değil sistemin mimarisindedir.
BİNALAR TAMAM, PEKİ YA RUH? HUKUKİ ALTYAPI NEDEN GECİKİYOR?
İşte burada devletin “yatırımcı yok çünkü ürün yok; ürün yok çünkü yatırımcı yok” kısırdöngüsünü kıracak rolü devreye girmelidir. Türkiye, İFM projesiyle binaları inşa etme hususunda -o malum beton maharetiyle- işin kolay kısmını süratle halletmiştir. Ancak yapıları gökyüzüne doğru yükseltirken sergilenen bu inşai cevvallik; ne yazık ki binaların ruhunu oluşturacak uluslararası hukuki düzeni tesis etme noktasına gelince, yerini derin bir atalete bırakmıştır. Hazine ve Maliye Bakanı Sayın Mehmet Şimşek, “İslami Finansman Kanunu” üzerinde çalıştıklarını beyan etse de aradan geçen zamana rağmen bu hayati yasal çerçevenin Meclis iradesinden geçerek yasalaşamaması, belirsizliğin kurumsallaşmasına neden olmaktadır. Bu hukuki boşluk, paradoksal bir duruma yol açmaktadır: Türkiye Varlık Fonu (TVF) dahi, sukuk ihracı için kendi inşa ettiği İstanbul binalarını değil, hukuki berraklığı haiz Londra piyasasını tercih etmek zorunda kalmaktadır.
YASTIK ALTINDAKİ 400 MİLYAR DOLAR İÇİN KRİTİK FORMÜL: SUKUK MODELİ
Devlet, müteahhitlik yapmak yerine Kamu-Özel İşbirliği projelerinin finansmanını İFM’de listelenecek kira sertifikaları (sukuk) yoluyla yapılandırarak piyasaya arzulanan derinliği kazandırabilir. Benzer şekilde, bankaların bilançolarını kilitleyen konut kredilerinin, “Sermaye Rahatlaması” sağlayacak biçimde menkul kıymetleştirilip (Sukuk/İslami RMBS), 10-20 yıl vadeli yatırım araçlarına dönüştürülmesi, sistemin önünü açacak bir hamle olabilir. 400 Milyar Dolarlık yastık altı altın potansiyeli ancak böyle bir güven çıpasıyla sisteme kazandırılabilir.
Sonuç olarak; Türkiye’nin yakın iktisadi tarihi, ne yazık ki finansal güvenin en çok örselendiği alanlardan biridir. 1980’lerin Bankerler faciasından 2001 krizinin hortumlanan bankalar travmasına uzanan çalkantılı süreç, toplumsal hafızada derin izler bırakmıştır. Böylesi bir tortunun üzerinde oturan halkın, nispeten yeni bir aktör olan Katılım Bankacılığına kendiliğinden itimat etmesini beklemek iyimserlik olur. Tam bu noktada, kamu iştiraki olan katılım bankalarının varlığı ve devletin tesis edeceği muhkem bir hukuki altyapı, hayati bir güven çıpası işlevi görecektir. Devlet erkinin buradaki misyonu; o kırılgan güven inşa edilene kadar garantör olmak, ancak uzun vadede piyasadan çekilme planını şimdiden beyan ederek, alanı özel sektörün dinamizmine terk etmektir. Bu stratejik basiret gösterilebildiği takdirde; bu köşede sıklıkla eleştirdiğimiz sığ banka vadelerine, sisteme dahil olamayan atıl altın stoklarına ve verimsiz mülkiyet mimarisine dayalı kronikleşmiş konut finansmanı sorunu kökten aşılabilecektir. Böylece Türkiye, barınma meselesini bir kriz başlığı olmaktan çıkarıp, küresel finans liginde hak ettiği yere ve ihtiyaç duyduğu yapıya nihayet kavuşabilir.